Bir Dede Korkut Anlatısı
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yel ese ese dağları aşarken, sular çağlaya çağlaya ovadan geçerken, nice yiğitlerin gölgesini toprağa düşüren, nice bilgenin sözünü havaya savuran bir diyarda, Dede Korkut’un dualar ettiği, ozanların saz çaldığı vakitlerde bir yiğit yaşarmış: Adı Deli Dumrul imiş.
Dumrul deyince akla deli cesareti, çılgın gözükaralık gelirmiş. Atına binerken yıldırım gibi kalkar, kılıcını çekerken rüzgar susarmış. Ne dağdan korkar ne selden ürkermiş. Bir gün köy meydanına dikilmiş, göğsünü gere gere bağırmış:
“Ben ki Deli Dumrul’um! Yedi dağın yiğidi, yedi ovasının belasıyım! Kim var, kim yiğitlikte benimle yarışırsa çıksın meydana!”
Halk susmuş. Kimse cevap vermemiş. Çünkü onun adı, sadece cesaretiyle değil, aynı zamanda kibriyle de ün salmış. Nice ak sakallı ihtiyar, nice kadim söz söyleyen dede, Dumrul’un bu haline iç çekerek başını sallamış.
Bir bilge derviş, bastonuna yaslanarak öne çıkmış. Gözleri bulut gibi derin, sesi su gibi serinmiş:
“Ey yiğit! Cesaretin elbette büyük. Lakin unutma: Güç, akılla birleşmedikçe felakete gebedir. Sen daha kendini tanımadan, başkalarına meydan okumak nedendir?”
Dumrul kahkaha atmış.
“Sen de mi korktun benden, aksakallı? Benim gibi yiğit, akıla mı muhtaç? Benim kılıcım aklımdan keskindir!”
Derviş, gülümseyerek:
“O vakit git, aklı arayıp bul. Bulduğunda tekrar dön, biz de seni gerçek yiğit biliriz.”
Bu söz, Deli Dumrul’un gururuna dokunmuş. Ama yüreğinin bir köşesine de bir kıvılcım düşürmüş. “Gerçek yiğitlik neymiş?” diye içi içini yemeye başlamış. Atına binmiş, dörtnala yollara düşmüş. “Bilgeliği bulacağım,” demiş kendi kendine. “Varsın herkes dursun, ben gideyim.”
Günlerce gitmiş. Ovaları geçmiş, dağları aşmış. Bir gece vakti, ormanın içindeki bir kulübeye varmış. Kulübenin önünde yaşlı bir kadın oturuyormuş. Gözleri görmez, elleri titrekmiş. Kadın Dumrul’u duymuş gibi seslenmiş:
“Hoş geldin ey yolcu. Bilgelik arıyorsan, önce acıyı tatmalısın. Yardım et bana. Bu odunları içeri taşı.”
Dumrul irkilmiş. “Ben ki yiğit Dumrul’um, odun mu taşıyayım?” diye geçirmiş içinden. Ama sonra kadının kör gözlerini görmüş, titreyen ellerini fark etmiş. İçinde ilk kez bir duraksama yaşamış. Eğilmiş, odunları toplamış, kulübeye taşımış. Kadının ellerine su vermiş, ateşi yakmış. Yaşlı kadın dua etmiş:
“Sen ki yardım eden oldun, öğrenmeye ilk adımı attın. Yolun açık olsun yiğit. Doğuya git, Bilge Göl’e ulaş. Orada seni bekleyen cevaplar var.”
Dumrul, atına atlayıp bu sefer doğuya yönelmiş. Günler, haftaları kovalamış. Nihayet Bilge Göl’e varmış. Gölün kenarında bir taşın üzerinde oturan başka bir derviş varmış. Sırtında yırtık bir aba, elinde kuru bir değnek. Gözleri gökyüzüne dalmış. Dumrul seslenmiş:
“Ey bilge kişi! Ben ki Deli Dumrul’um, gücüyle tanınan, cesaretiyle bilinen. Bilgeliği arıyorum. Yol göster bana!”
Derviş, gözlerini Dumrul’a çevirmiş. Yavaşça başını sallamış:
“Ey Dumrul, bilgeliğe ulaşmak için üç sınavdan geçmen gerekir: İlki açlık, ikincisi yalnızlık, üçüncüsü affetmektir. Bunları geçmeden, ne akıl ne hakikat sana görünür.”
Dumrul, sınavları kabul etmiş. Derviş, ona göl kenarındaki küçük bir taş kulübeyi göstermiş. Orada, kırk gün boyunca yalnız ve aç kalacak, kendi iç sesiyle yüzleşecektir. İlk günler kolay geçmiş. Dumrul, geçmişteki zaferlerini hatırlamış, kendiyle övünmüş. Ama günler geçtikçe midesi kazınmaya, dili damağı kuramaya, geceleri uykuları kaçmaya başlamış.
Açlık, sadece karnını değil, ruhunu da sarsmış. Kibrinden sıyrılmaya başlamış. “Güç nedir ki? Bir ekmek, bir yudum su kadar bile değilim,” demiş.
Yalnızlık ise daha beter olmuş. Konuşacak kimse yok, soracak bir ses yok. Kendi geçmişiyle yüzleşmeye başlamış. Zamanla suskunlaşmış. Kendi iç sesini dinlemeyi öğrenmiş. Gözlerini kapadığında, geçmişte kalbini kırdığı insanlar, hor gördüğü köylüler bir bir gözlerinin önüne gelmiş. Gözlerinden yaşlar süzülmüş.
Kırk günün sonunda derviş gelmiş. Elinde bir tas su, bir parça ekmekle:
“İç bakalım,” demiş. “Artık açlığın sonu geldi. Ama son sınavın şimdi başlıyor: Affetmek.”
Dumrul şaşırmış.
“Kimi affedeceğim ki?”
Derviş, gözlerini Dumrul’a dikmiş:
“Seni küçümseyenleri, sana kötülük edenleri, hatta kendini. Bilgelik, öfkeyi yutmaktan, sevgiyi yaymaktan geçer.”
Tam o sırada, uzaktan bir ses yükselmiş. Yardım isteyen bir adam. Dumrul koşarak gitmiş. Yolun kenarında, yıllar önce kendisini küçümseyen eski düşmanı Ali Bey yatıyormuş. Ayağı kırılmış, susuzluktan dili damağına yapışmış. Dumrul tereddüt etmiş bir an. “Bu adam yıllarca bana düşmanlık etti, neden yardım edeyim?” diye düşünmüş.
Ama sonra derin bir nefes almış, suyu uzatmış, koluna girmiş, onu sırtlamış. Eski düşmanının gözleri yaşla dolmuş.
“Sen artık o eski Deli Dumrul değilsin,” demiş. “Sen bilge bir adam olmuşsun.”
Dumrul, günler sonra köyüne dönmüş. Yüzü değişmiş, gözleri başka bakar olmuş. Eski meydanına çıkmış. Halk toplanmış yine. Ama bu sefer Dumrul meydan okumamış. Yavaşça konuşmuş:
“Ey köylüler, eskiden ben kılıcımla övünürdüm, şimdi sabrımla övünürüm. Eskiden ben gücümle korku salardım, şimdi kalbimle huzur veririm. Bilgelik; affetmekte, anlamakta ve yardım etmekteymiş. Bunu öğrendim. Artık size kılıcımı değil, aklımı sunuyorum.”
Halk, gözleri dolu dolu alkışlamış. Yaşlılar başlarını eğmiş, gençler hayranlıkla bakmış.
O günden sonra Deli Dumrul’a “Bilge Dumrul” demişler. Sadece savaşta değil, barışta da aranan bir adam olmuş. Köyde bir sorun olduğunda herkes ona danışır olmuş. Dumrul ise her zaman Dede Korkut’un sözünü hatırlarmış:
“Yiğitlik bilekte başlar, gönülde tamam olur. Gerçek kahraman, kalbindeki ateşi başkasının karanlığını aydınlatmak için kullanandır.”
Ve işte o günden sonra ne zaman bir çocuk cesaretiyle övünse, yaşlılar ona bu hikâyeyi anlatırmış:
“Deli Dumrul vardı bir zamanlar… Gücüyle tanınırdı, ama gerçek gücü affetmekte buldu.”
Yorumlar
Yorum Gönder